Dokunuş
Gizem sahilinde ne çok ayak izi dokunur adımlarımıza. Dalgalar devingen, dalgalar sıcacık, kum ipek… Yürüyüş bazen yüzyıllarca sürer gibi, bazen de birkaç dakika sadece… Kimlerle dans etmeyiz ki… Her dansçının tarzı birbirinden ne kadar farklıdır. Bazen, sokaklarımızın ateşe verildiğini hissederiz. Bu öylesine güçlü bir duygu ki yangın söndüğünde küller siner benliğimize. Bazı kişileri anımsadığımızdaysa tatlı bir meltem, roze şarap kadehini elimize tutuşturur âdeta. Mutlu tekneler göz kırpar bize. Ne çok ne çok kişi dokunur yaşamımıza ancak bizimle kalanlar azdır. Öteki genellikle bir neden dahilinde görünür. Görevini tamamladığında bazen tarafımızdan yolcu edilir, bazen de kendisi hoşça kal terminalinden biletini alır. Yepyeni yolculuklar başlar. İşin içinden çıkamadığımız durumlarda yazgı limanına göndermeler yapmaz mıyız?
Yaşamımıza sadece bir günlüğüne veya birkaç saatliğine uğrayan davetsiz konuklar da olabilir. O kesit içinde yıllar boyu bizi yakından tanırcasına çoğu zaman sorularımızı sormamıza gerek kalmadan yanıtlayıp buhar oluverirler. Genellikle cevaplarını bulmaya çalıştığımız, varoluşumuzun temel sorularıdır bunlar. Böyle durumlarda duyulmayanı taşır sanki bir melek; beyazdır gökyüzü, umarsızlıktan erince ulaşılır. Sonra da neydi o yaşanmışlık, kimdi o diye düşünür dururuz. Bir mevsimlik kapımızı çalanlar da var. Sesleri ne coşkulu ne heyecanlı… Anı defterimiz genellikle sever onları. Anlatırken kalemden bal damlar. İzlemekle yaşamak arasındaki farkı görürüz. İstem bahçemizse içtenlikle konuk eder onları.
En kolay gibi görünen ama iletişimde bizi zorlayabilen birinci derecede yakınlarımıza ne demeli? Sevmemize rağmen, onlarla kendimizi bir kafese kapatılmış gibi hissedebiliriz. Yaşamımızda en çok yanımızda olan bireyler genellikle bu gruptan değil mi? Dünyaya geldiğimizde karşılıklı bir sözleşme imzalamış gibiyiz. Birlikte bir türlü bitmeyen senfonileri sıkça dinleyebiliriz. Bu durum, kendimizi gerçekleştirmemize yardımcı olsa bile direnç gösterip olumlu bir değişime yelken açamadığımızda, hedeflerimize ulaşmamızı geciktirebilir hatta engelleyebilir. Onlara haksızlık da etmeyelim ama bazen yıllarca birlikte olduğumuz kişiler bizi zorlarken, yaşamımızı ışıtan insanlarla karşılaştığımızda, kısa sürede önümüzde farklı yollar açılabilir. Gerçeklerin ayırdına varabilirsek evrimimize en fazla katkı sağlayanları hiç unutmayız. Kim olduğumuzu bize gösterirler, böylece her şeyin kendimizi tanımakla başladığını öğreniriz.
Geçmişten bugüne yaşamımıza dokunan, büyük bir kısmının bugün varlığından bile haberdar olmadığımız sayısız insan geçip gider yolumuzdan. Görmesek de içlerinde hâlâ yüreğimizi gülümsetenler de var, acıtanlar da… Öfke dağını parlatsak ne olur? Ya da üzülsek ne değişir? Geçmişi silip tekrar gönlümüzce yaşayabileceğimiz sihirli bir silgili kalemimiz olmasını zaman zaman hayal etsek de değiştiremeyeceklerimiz olması gibi yaşandılar. Böyle düşündüğümde her yaşanmışlık özüme yaklaştırıyor, aksi olduğunda çok yılgın hissediyorum kendimi. Geçmişte kalan herkesin iyi olmasını dilerim. Yalnızca o bir saatlik, günlük veya mevsimlik konuklar var ya… İşte, martıların onlarla ilgili bir şeyler söylemelerini isterdim. Öğrenemeyeceğim için merak ettiğimi sanıyorum. Kolları sevgi dolu ırmaklar dünü, bugünü ve yarını kucaklasalar çıkarsız, beklentisiz…
Kendisini içinden zorlayan şeyleri kâğıda dökmek için ömrünün yetmeyeceğinden korkan Milan Kundera’nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı romanından bir alıntı: “Dışarı çıktı, kıyıya doğru yürüdü. Vltava’yı görmek istiyordu. Irmağın kıyısında durup, suya uzun uzun, dikkatle baktı çünkü suların gözünün önünden akıp gidişini seyretmek dinlendirici ve onandırıcıydı. Irmak bir çağdan ötekine akıp gidiyor, kıyılarında insan hayatları yaşanıyordu. Hemen ertesi gün unutulmak üzere yaşanıp bitiyor ama ırmak akıp gidiyordu.”
İnsanlık tarihi boyunca akan o ırmağa kendinizi özgürce bırakabilmeniz dileğiyle…
Yıllardır görmeyip ışığıyla hâlâ aydınlandığınız insan kim?