Rüzgârın yağmurla dans ettiği telaşlı bir akşam vakti… Uçuk pembe bluzunu tamamlayan gün batımı rengi fularını ayna onayladı. Uzun saçlarındaki balyajın ışıltısı dalga dalga yüzüne yansıyordu. Şansa bak, hava keşke daha iyi olsaydı. Gidinceye kadar sıçana döneceğim. Dolabı açtığında, yeşil gözlerinin keskin bakışları gri pardösüye takıldı, uzanıp çekip aldı. İki yıldır hiç giymediği için sağına soluna baktı, tertemizdi. Yüreğinde ne çırpıntı ne de beklenti… Onu seven bir çiftin ayarladıkları buluşmaya hazırdı olabildiğince. En azından yalnız başına evi bekleyeceğine, biraz sosyalleşirim diye bu daveti kabul etmişti. Masadaki dördüncü kişiyle ilgili merak kokusu yoktu havada. Kapıyı alelacele kilitledi, anahtarı cebine attı. Taksiye binince, telefonuna gelen saçma sapan reklam mesajı anahtarı hatırlattı. Sahi neredeydi? Off! Tamam, tamam. Cebine atmıştı ya… O da ne? Anahtarlığa sıkışmış yıprak, sararmış bir kâğıt avucunda. Beni fırlatma, dercesine yalvarıyordu Rezzan’a. Telefonun ışığı evirip çevirdiği kâğıdın üzerine düşünce, sözcükler kendilerini zorla gösterdiler.
Yakının bittiği yerde buldum seni
Kan yerine karanfil değdi yüreğime
Göz pınarları doluverse de hemen toparladı kendini. Allah kahretsin ya! Giyecek başka çaput yoktu sanki. Bu kâğıt neden bu akşam elime geçti ki? Sırası mıydı yani? Bir an yırtmakla yırtmamak arasında gidip geldi. Henüz iyileşmeyen yara kanamaya başlamıştı. Yine de verdiğim karardan pişman değilim. Kim olduğunu bilseydim dünyama alır mıydım seni? Seninle olmak beni kim bilir nerelere sürükleyecekti…
Taksiden iner inmez, o iki dizeyi minnacık parçacıklar halinde havaya fırlatıverdi. Şımarık rüzgâr ilk kez işe yaramıştı. Restoranın girişinde bulunan gökkuşağı biçimindeki ayna onu tekrar süzdü. Hüzün seni hem gizemli hem de seksi yapmış. Şöyle bir etrafına bakındı, köşedeki masada oturan üç kişinin ayağa kalktığını görünce hemen onlara yöneldi.
“Her zamanki gibi harika görünüyorsun tatlım.”
“Sağ ol Sedenciğim.”
Cem’i de öptükten sonra sıra Halûk’a geldi. Eh! Hiç olmazsa sevimli biri diye şükretti. Beklentisizlik ona sürpriz olarak geri mi dönmüştü? Tahmin ettiğinden farklı bir gece geçirdi.
Halûk bir çınar kadar sağlam kökleri olan, gölgesinden çevresinin de yararlanabileceği birine benziyordu. Ayrıca bir komedyen kadar eğlenceli ve rahattı.
Restorandan ayrılırlarken yanlarına gelen çiçekçi kadınla konuşması, aldığı gülü sunuşu bile kendine özgüydü.
“Dünyanın en güzel rezzan çiçeği olmadığı için bu gülü veriyorum sana. Kabul et ki mutlu olayım.”
“Adımı taşımayan hiçbir çiçeği kabul etmem ama bu farklı.”
Seden, Cem’e dönüp “Ne çabuk kaynaştılar, değil mi?” dediğinde kocası gülümseyerek başını salladı.
Eve döndüğünde sakin, serin bir denizde doyasıya yüzmenin keyfi içindeydi. Uzun zamandır kendisini bu kadar huzurlu hissetmemişti. O gece tatlı bir uyku düştü yastığına.
Sabah kahvesini yudumlarken gazeteye şöyle bir göz atıyordu ki kahve neredeyse burun deliklerinden fışkırdı. Gözleri birinci sayfadaki manşete takıldı kaldı:
Düğünde Mafya Hesaplaşması
Çiçeği Burnunda Gelin ve Damat Vuruldu
Şok oldu Rezzan. Yüzü sapsarı kesildi. Kalbinin hızla çarptığını duydu. Haberi defalarca okudu, gazetenin elinden düştüğünü fark etmedi bile. Azrail ikisini birden enselerinden yakalamıştı. Kader kaçınılmazı kucaklamak mıydı? Ölen kadının yerinde kendisi olabilirdi. Kaçan gerçekten o muydu? Yoksa verilen rolü mü oynamıştı? Böylesine duygulu bir insan bu bataklığın kurallarına nasıl teslim olabilmişti? Nasıl? Yaşamın tüm renklerini ona gösteren ancak aşkın sadece kırmızı olduğunu öğreten adam artık yaşamıyordu. Eski ıslak fotoğraflar art arda belleğine düşüp yüreğine çörekleniyordu ki çalan telefonla âna geri döndü. Uzanıp açtı.
“Alo?”
“Halûk konuşuyor! Prenses, seni güldürmeye devam edebilir miyim?”